Hayat tanınmayan bir olgu kimi zaman. Bir an güvendiğimiz herhangi bir şeye bir an bakmışız ki güvenmiyoruz. Arkasındayım dediğimiz sözlerin arkasından ilk önce biz kaçmışız. Hep hayaller, hayaller, hayaller... Gerçeğin kucağında açınca gözlerimizi önce tozpembe bulutlar, renkli yağmurlar, ardından simsiyah kara bulutlar. Ve hayat koca poposunu oturtunca göğsümüzün tam ortasına bastırdıkça bastırıyor ezilen, lime lime olan kemiklerimizden daha da güç alıyor ve o koca poposunu daha da büyütüyor ve canımıza okuyor. Oysa ne güzel düşünceler kaplıyordu benliğimizin içindeki sadık ruhumuzu. Sevgi dolu yumuşak bir bakış vardı yüzümüzde, avuçlarımız terlemezdi hiç bu kadar ve alnımızdan ter akmazdı, oyundu çünkü her şey. Farkında olmadan daha da yaklaşmışız bizim için en zor olana ve yaklaşırken dengemizi kaybetmemeyi hangimiz tam anlamıyla öğrendik orası muamma...
Merak ediyorum, acaba düşünce yetimizin yanında bu düşüncelerimizin yapılmasını engelleyen ve bizim pişkinlik sınırındaki uyuşukluğumuza sahip olan hormonumuz hangisi? Yaratılış mı? Varoluşun bir parçası mı? Yoksa sıradan bir denge oyunu mu? Gözümüzü kırptığımız her an dünyada bir değişiklik oluyor, borsa yüzdeleri değişiyor, yeni buluşlar kendini gösteriyor, bir bilim adamının deneyi mucizeyle kucaklaşıyor, birimizin dedesi ölüyor, birimizin çocuğu doğuyor, bir pişkin değişiklik yapıp o an çalışmaya karar veriyor, bir iş adamı iflas ediyor, bir fakire para vuruyor ve daha sayamadığım yüzlercesi bir nefesle ya hayat buluyor ya da kendini kumların ardına gömüyor.
İşte dünyada bu kadar muhteşem bir denge kurulu, kimimiz varoluşla güne merhaba derken kimimiz hala yaşadığına ve kendisine sunulan kötü imkanlara küfür saydırıyor ufak bir kelebek misali...:):)
Sevgilerle...:)
0 yorum:
Yorum Gönder